İnsanoğlu yerleşim yerlerini seçerken, yaşam koşullarını ve ihtiyaçlarını karşılayabileceği kadar elverişli topografyalarda olmasına dikkat etmiş ve o şekilde yurtlar kurmuşlardır. Yeme, içme, barınma ve ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile de buralarda tarımla ve hayvancılıkla uğraşarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. İnsanlar toplu şekilde yaşama geçmeye başlayınca yerleşim yeri olarak; köy, kasaba ve şehir oluşmuştur. Bu sayede birlikte yaşamayı, paylaşmayı ve dayanışmayı öğrenmişlerdir.
Zaman zaman insanlığın yer-yurt edinme çabasıyla savaştığı anlar da olmuştur. Sur; iç ve dış kale duvarlarını da yaşadıkları kentin düşmanlara karşı korunması amacı ile yapmak zorunda kalmışlardır. Korunma ve savunma mı yoksa avcılık amacı ile yiyeceğe ulaşmada saldırı mı? “Duvarın hangi tarafında olduğunuz ise; ne taraftan baktığınıza göre değişir.”
Yerleşim yerleri zamanla büyüyerek şehir ölçeğine ulaşmıştır. Toplu yaşamın gerekliliklerinden olan iletişim; zorunlu da olsa birlikte yaşayan insanlar arasında sosyal bir ağ oluşmasına neden olmuştur. Kurulan bu diyalog, insanlar arasında kültürel alışverişi ve dayanışma duygusunu da artırmıştır. Bu yaşam biçimi kendilerine ait kültürün doğmasına neden olarak örf-adetin nesilden nesile aktarılmasını sağlamıştır.
Şehirler büyüdükçe birlikte yaşam, ulaşım, paylaşım ve dayanışma kavramı git gide zorlaşmaya başlamıştır. İnsanlar kültürel alışverişten daha çok bireysel tüketimin hazzını yaşamaya doğru yönelerek “yalnızlaşma” çizgisinde yol almaya başlamıştır. Kentte yaşamanın ayrıcalıkları, değerleri, kültürel alışverişleri, kentli olmanın özellikleri unutularak bireysel ihtiyaca yönelik beklentilerin karşılanmasına yoğunlaşılmıştır.
Kent dokusunu oluşturan binalar, yollar, park ve yeşil alanlar o kentin kimliğini ortaya koyar. Bir kentin, kendine ait bir niteliğe sahip olabilmesi için kenti oluşturan elemanların; o bölgenin karakteristik özelliklerinden ve gelenekten gelen kültür-tabiat varlıklarından izlerini taşıması gerekir. Kent kimliği bu değerlerle ortaya çıkar. Günümüz kentlerinde ise bu değerlerin kaybolduğunu görüyoruz. Bütün kentler birbirine benzemeye başlamıştır. Birinin diğerinden farkı neredeyse kalmamıştır.
Kentlerin içerisinde; bireyselleşme, ekonomik farklılık, güvensizlik vb. birçok sebeplerden dolayı kent içerisinde kapalı, ağır ve sağır kale duvarları gibi duvarlarla çevrili büyük kapalı siteler oluşmaya başlamıştır. Kentle bütünleşemeyecek büyüklükteki bu alanlarda, kent içinde ve dışında büyük duvarlarla sınırlandırılmış. Ultra lüks sitelerde ve yerleşim alanlarında kentten soyutlanmış ama kentin imkânlarından faydalanan bir zümre yaşamaya başlamıştır. Duvarlarla sınırlandırılmış yerleşkelerde büyük konutlarla çevrelenmiş yeşil alanlar oluşturulmuştur. Hâlbuki yeşil alanlar konutların içerisinde mi olmalı? Yoksa kent içinde kamusal alanla mı bütünleşmelidir?
Aslında söz konusu kamusal yeşil alanlar, şehirde kişi başına öngörülen yeşil alanları kapsar. Sınırlandırılmış alan içerisindeki yeşil alanların ise bu yerleşkelerde yaşayanlara ayrıldığını görüyoruz.
Kentin duvarla kaplanmış kapalı sitelerden oluştuğunu düşünürsek; duvarlar, yollar ve arabalardan ibaret bir şehir dokusu ortaya çıkıyor. Tarihi şehirlerde cadde, sokak, çıkmaz sokak, mahalle kavramı kültürel gelişimi ortaya koyar. Sınırlandırılmış toplu konut alanlarında yaşayanlar; şehirden tecrit edilmiş, büyüğünden küçüğüne her insanın evine ulaşmak için kontrollü geçişlerden ulaşabildiği, sözüm ona güvenlikli konutlarda ikame etmektedir.
Peki söz konusu güven miydi güvensizlik mi? İnsanoğlunun kentle kültürel bir bağ kurmadan yaşaması mümkün değildir. Kentin kültürel geçmişi, geleneğinden gelen farklı yapıdaki insanların kültürel mozaiği birbirini etkilemektedir. Sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmamız gerekirken, şehrin ücra köşelerinde yükseltilen toplu konutlarla uçurumu biraz daha artırmış olmuyor muyuz?
Kültürü, geleneği, dili ve diyaloğu korumak ve yaşatmak kent içerisinde steril edilmiş, duvarlarla kapalı kutudaki bir sitede ne derece mümkündür? Sizce..
Kentlerin kültürel zenginlikleri kayboluyor. Bizler, kent içerisindeki duvarlara çarpa çarpa nasır tuttuk sanırım. Dayanışma, hoşgörü, komşuluk, birlik ve beraberlik duygularımız körelmiş durumda. Bütün kentler gitgide birbirine benziyor. Bu yozlaşma kenti biçimlendirirken kentte insanları birbirine benzetiyor.
Nerede kaldı kültürel değerler, insanlık, inanç, paylaşma, toplumsal değerler? Bu durum ne zamana kadar sürer dersiniz?
Kentin mimari ve sosyolojik olarak düzenlemesinde çözümü yalnızca siyasilerden beklememek gerekir. Kentin ileri gelen yöneticileri, bilim insanları, toplumun diğer ileri gelenleri hep birlikte çözüm aramalıdır. Toplumun katılmadığı, kültürün yansıtılmadığı, tarihi değerin göz önünde bulundurulmadığı, yaşayanların fikrinin sorulmadığı bir kent planlamasının kıymeti yoktur.
“İnsanların çoğu onu yapıyorlar diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.” Tolstoy
Kentin neresinde olursa olsun bu tür yerleşimler büyüyor. Bir sonraki, kendinden öncekini zayıflatıyor. İnsanlar bir yenisine yöneliyor. Sürü mantığında, çok da bilinçli olmadan yaşamaya çalışıyor. Bu ise; kente duyulan aidiyet bilincini, kent hafızasını ve kültürel belleğini yitirmesine neden oluyor.
Geleceği görmek için geçmişe bakmak gerekir. Geçmişten ders çıkarmayan geleceğini öngöremez.
Umut dolu yarınlara.