Çocuk olmak; saflığın, sevincin, neşenin ve günahsız olmanın biz yetişkinlerde uyandırdığı ruh durumunun tanımıdır. Günahsız olması sebebi ile çocuklar meleklere benzetilmiş bu nedenle masumiyetin simgesi haline gelmiştir. Çocuğun doğduğu anda ihtiyaç duyduğu şeyler; ilgi, sevgi ve şefkattir. İlk öğrendiği şey gülmek ve ağlamak, en büyük isteği ise oyun ’dur.
Hepimiz çocukluğumuza baktığımızda da öyle değil miydi..?
Beklediğimiz tek şey ilgi ve şefkatti. Kötülük, hırs, nefret vb. duyguları bilmezdik. Tek bildiğimiz şey, yorulana dek oyun oynamaktı. Çünkü bizi mutlu eden şey; mahalledeki arkadaşlarla oyun oynamak, sohbet etmek, yeri geldiğinde oyunda rakip olmak, en önemlisi de paylaşabilmekti.
Çocukluğumuzda oynadığımız oyunların başında futbol gelirdi ve bunun yanında çelik-çomak, yakan top, topaç çevirme, birdir-bir, uzun eşek ve daha birçok oyun vardı. Sokakta kimimiz futbol oynar, kimimiz yakan top oynar, kimimiz de ip sekerdi. Oyunlar mahalle arasındaki sokakta oynanır, tüm komşu çocukları hem birbirini hem de ailelerini tanırdı. Hatta komşularımızın evine de rahatça girip çıkar, Ayşe teyzeden yoğurtlu, salçalı ekmek isterdik. Şivlilik zamanı da tüm çocuklar sabahın erken saatlerinde kalkıp sokakta toplanır, mahalledeki evlerden şivlilik toplardık. Yağmur yağdığında da; Allah’a şükretmek ve bereketin daim olması için, mahalledeki çocuklarla tüm komşu evlerinden yağ, bulgur ve salça toplar, arkadaşların birinin evinde pilav pişirilerek hep birlikte yerdik.
Pilavın tadından çok, o birlikteliğin tadı kaldı damağımızda…
Mahallede oyun oynayan çocuklar o dönemlerde korku nedir, güvensizlik nedir bilmezdi. Şimdi geriye dönüp baktığımda sokakta oynadığımız bu oyunların hepsinin bir oyundan ziyade; yardımlaşmayı ve sosyalleşmeyi öğrettiğini, bizi hem fiziksel hem zihinsel olarak geliştirdiğini, yeri geldiğinde de rekabet etmeyi, yaratıcı düşünmeyi ve aklı kullanabilmeyi öğrettiğini fark ettim. Bunun yanında mahallede yaşayan komşularla aile olabilmeyi, birlik ve beraberliği sağlamayı, düşünce kalkmayı, düşeni kaldırmayı da öğretti.
Hayatındaki en büyük acıyı, düştüğü zaman yaraladığı dizinin acısı sanırdık…
Bizim oyuncağımız olmasa da oyuncağı yapacak hayal gücümüz vardı. Sokak; o zamanlar bizim için bir tehlike değil, güvenle ve huzur içinde yaşayarak hep beraber bir şeyler öğrendiğimiz okuldu. Çocuk; hayatı sokakta oyun oynayarak öğrenir, öğrendikçe büyür.
Şimdiki zamanın çocukları mahalle ve sokak kavramının ne olduğunu bilmeden büyüyor. Mahalleyi bilmediği gibi, komşusunun ismini dahi bilmeden yaşıyor. Bu durumda sadece onları suçlamak doğru olamaz. Dijital dünyanın içine doğan çocuklara başka imkân tanıyamadık çünkü. Tablet ve bilgisayarla avutup, büyüttük. Bu araçların çocuğa sunduğu oyunlarda da fiziksel aktiviteyi gerektirecek oyunlar yok. Çocuğu dijital dünyanın içine hapsedip, gerçek dünyanın değil, hayatın simülasyonunu gösteren oyunlar mevcut. Oyun arkadaşları bile gerçek değil maalesef…
Genelde şiddet odaklı ve savaş üzerine hazırlanan bu oyunlarda; karşısındaki beyin gücü ile değil, onu şiddetle yok ederek galibiyete ulaşma arzusu empoze ediliyor. Dijital oyunlar; dayanışmayı, paylaşabilmeyi, düştüğünde kalkabilmeyi öğretemediğinden çocukların hem fiziksel hem de ruhsal olarak uyuşmasına neden oluyor.
Ne yazık ki yeni nesil çocukları; oyun oynamaktan yorgun düşüp acıktığında “salçalı ekmek” ve “yoğurtlu ekmek” yemenin tadını ve “akşam ezanına kadar” olan o zaman kavramının önemini bilmeden büyüyecekler.
Sokaklar çocukların elinden alınarak otoparklara dönüştürüldü ve araçlar buraları işgal etti.
Önemli olan ise yaş aldıkça olgunlaşıp büyüyebilmek, gelişebilmek; yaşlı bir çocuk olmamak.
Sokaklar oyunsuz, oyunlar çocuksuz kalsa da içinizdeki çocuğun yaşaması dileğiyle…
Sevgilerimle…
ÇOCUKLUK
Share: