Türkiye’de her yıl, 1 milyon 400 bin öğrenci liseden mezun oluyor. Yaklaşık olarak da 2 milyon 300 bin genç üniversite sınavına giriyor. Birinci basamakta adayların yüzde 74,16’sı barajı geçerek başarılı oluyor.
2019-2020 eğitim yılı itibariyle üniversitelerde 7 milyon 940 bin 133 öğrenci eğitim almaktadır. 2019 yılı ile üniversiteye giren öğrencilerin; 1 milyon 343 bin 943’ü devlet üniversitelerinde, 168 bin 291’i de vakıf üniversitelerinde eğitimine başlamıştır. Bu kontenjanların 71 bin 233’ü ise boş kalmıştır. Anlaşılan o ki öğrencilerin var olan kontenjanları tercih etmemelerinin nedeni mezun olduklarında işsiz kalmalarıdır. Boş kalan kontenjanların diğer bir sebebi de bazı bölümlerdeki baraj sınırının olmasıdır.
Adaylardan her yıl sınava giren yaklaşık on beş bin öğrencinin üniversite sınavında sıfır puan aldığı görülmektedir. Bu sorunun büyüklüğü ortadır. Ancak sorunun temelinde ortaöğretimde verilen eğitimin kalitesinin de sorgulanması gerektiği açıkça görülmektedir.
Her yıl 600 bin ile 750 bin arasında öğrenci tekrar sınava girerken; bölümünü sevmeyen, beklediğini bulamayan 500 binden fazla öğrenci de tekrar sınava girerek hali hazırdaki bölümünden farklı başka bir mesleğin hayalini kurmaktadır. Tüm bunlar Türkiye nüfusunun yüzde 30’unu oluşturan gençlerin sınav sonrası tercihlerinin yanlışlığını göstermektedir.
Yüksek puan alan öğrencilerin ise; ilk tercih olarak tıp fakültesini tercih ettiğini, mezun oldukları zaman da uzmanlık sınavlarında, estetik cerrahi ve göz gibi daha az riskli alanlara yöneldikleri görülmektedir. Ülke gelişimine potansiyel olarak katkı sağlayabilecek başarılı gençlerimizi, geleceğin teknolojisine uygun işler yapmak varken kapitalizmin gücü altında ezilen tercihlere iten sebep nedir? Bu branşları seçen başarılı gençlerimiz, yurtdışından gelen zenginlere saç ekimi yapmak için mi tıp eğitimi alıyorlar?
Ayrıca, gençler üniversite tercihlerinde hep o şehirde yaşayacağını düşünerek tercih yapıyorlar. Sadece üniversite adı ve unvanı ile tercih yaparak güncel olmayan bir mesleği seçmek ve ömür boyu bu mesleği icra etmek mi, yoksa üniversitede geleceğe yönelik bir meslek tercihi yapmak mı daha doğrudur?
Eğitim süresinin uzunluğu, ilköğretim, orta öğretim, üniversite ve yüksek lisans sürecini de düşündüğümüzde, hayatının üçte birini eğitimle geçiren birinin meslek hayatında çok uzun süre faaliyet gösteremediği görülüyor. Gençlerin eğitim hayatının masraflı oluşu ve bunun karşılığını çalışma hayatında bulamadığı da ayrı bir sorundur.
Günümüz gençliğinde umutsuzluk duygusunun hâkim olduğunu görüyoruz. Anne babaya “sizler bugüne kadar çalıştınız da ne oldu?” sorusunu sorarak “biz çalışmasak da olur” düşüncesine kapılıyorlar.
Üniversiteden mezun olanların ne kadarı mesleğini icra ediyor? Ayrı bir sorun.
Üniversiteler, yükseköğretim kurumları olmanın yanında meslek öğreten kurumlardır. Meslek öğrenen genç de kendi alanında iş kurmalıdır. Geleceğimiz gençler “Ne iş olursa yaparım” çaresizliğine kapılmamalı, eğitimini aldığı alanda çalışma imkânı bulabilmelidir.
Geleceğin mesleklerinde, teknolojiye dayalı, tasarım içeren, ürün geliştirebilen, insan ve toplum için hizmet veren meslekler önem arz edecektir. Ülkelerin yarışı da genç insanların beyin gücü ile olacaktır. Bu beyin gücüne sahip olan ülkeler gelecekte dünyada etkin rol üstlenecektir. Geçmiş yıllarda yaşanan beyin göçlerinin tekrar etmemesi için gençliğe sahip çıkmak ve onları doğru yönlendirmek önemlidir.
Gençler için iş bulmak değil, iş kurmayı öğretmek önemlidir. Sosyal devlet anlayışında, sorumluluk gereği devletin daha çok ilgilendiği gençliği, mesleğine göre istihdam ettiği ve gençliği destekleyen projeler üretildiği görülmektedir. Sosyal sorumluluk projeleri ve sivil toplum kuruluşlarının desteği ile geleceğimiz gençlere iş bulma, iş kurabilme imkânı artırılmalıdır.
En önemlisi de Nietzsche’nin “Bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridorda ters tarafa yürümenin hiçbir faydası yoktur!” sözüne istinaden önemli olan doğru tercih yapabilmektir. Daha da önemlisi treni kaçırmamaktır.
Yolunuz açık olsun gençler…